31 Mart 2012 Cumartesi

HAYATIN SÜRPRİZLERİ


İki yazı önce işten ayrılacağımı,hayatımda değişimler olacağını yazmıştım ama hayat sürprizlerle dolu...Pazartesi akşam iş çıkışı şüphelerim üzerine yaptırdığımız test sonucu ailemize yeni bir üyenin katılacağını öğrendik...Şok içerisinde ne yaparız nasıl yaparız derken yola devam dedik ama dün biraz rahatsızlandım...Şu anki ağrı sızıya bakacak olursak tedirginim ama ilk tahliller iyi çıktı...Sonuç ve ne olacağıysa yarın yaptıracağım testlerle pazartesi belli olacak...
Bu gibi durumlar ilk doğumda ve ilk aylarda olurmuş...Çok sevdiğim, aile dostumuz doktorum içimi rahatlattı ve bizi her türlü duruma hazırladı...Rabbimin izniyle umarım hiçbir aksilik olmaz herşey yolunda gider...

Biri değişim mi demişti :D

24 Mart 2012 Cumartesi

EXTREMELY LOUD AND INCREDIBLY CLOSE - ÇOK GÜRÜLTÜLÜ VE ÇOK YAKIN

Evde yalnızdım bu hafta...Eşim her sene bu zamanlar gerçekleşen bir fuar için Frankfurt'a gitti salı günü...Haliyle evdeki sorumluluk azalınca film izlemeye verdim kendimi...Film seanslarımızı eşimle gerçekleştiririz genelde ama o pek biyografi ve dram filmlerinden hoşlanmaz, fırsat bu fırsat deyip son dönemde  adından bahsedilen izlemek, istediğim filmleri dizdim sıraya..

İzlediğim filmler içinde en çok hoşuma giden henüz ülkemizde çevirisi yapılmayan,Jonathan Safran Foer'e ait kitaptan aynı isimle beyaz perdeye uyarlanan Extremely Loud & Incredibly Close adlı yapım oldu...



Fazlaca detaya girmeden konusundan bahsedecek olursam çok sevdiği babasını 11 Eylül saldırısında kaybeden Oscar'ın bu yokoluşu kabul edemeyip babasıyla oynadıkları oyunlardan esinlenerek ona ait olduğunu umduğu bir şeyi aramasını anlatıyor...



Konusu bu kadar kısa geçilecek kadar yüzeysel değil elbette ...

Oscar'ın sevdiği birini kaybetmeyi kabullenemeyişi ve arayışı o kadar iyi işlenilmiş ki gözlerinizi bir dakika ayırmak istemiyorsunuz...

Tom Hanks ve Sandra Bullock'un kadroda olması  filmi izlemeye iten ana etmen oldu ama görülüyor ki yapım içerisinde zaten varolmaları bu nedenle düşünülmüş...Dolayısıyla  Oscar'ı canlandıran Thomas Horn'un başarısı bu isimlerin  geride bıraktı...


Kitabı araştırdım ama henüz dilimize çevirilmemiş...Belki oscar törenlerinde adı geçtiği için bu fırsatı değerlendirmek isteyen bir yayınevi hazırlıyor mudur diye internette şöyle bir baktım ama malesef bu yönde bir çalışma da yapılmıyor gibi...

Bu hikayeyi okumak isterdim ve izlerdikten sonra eminim herkes bu konuda hemfikir olacaktır...



Filmi mutlaka izlemelisiniz...Oscar'ın arayışı aslında hepimizin arayışları gibi...Eksik olduğunu düşündüğümüz yanlarımız paçalarımıza nasıl asılıyor ve sevdiklerimiz bizleri nasıl gizli bir elle koruyor güzel bir örnekleme olmuş....

İyi seyirler...

22 Mart 2012 Perşembe

ÖZGÜRLÜĞE YEDİ KALA...


Çalışmayı çok severim ama özel hayatımda tembelimdir...İşim konusunda almam gereken tüm sorumluluğu, kendini kaybetme durumunu ev yaşantımda da gerçekleştiriyor olsaydım bizim evde yaşanmazdı çünkü ben titizlik hastası birşey olurdum muhtemelen...Koca falan kaçar, kediler çamaşır suyu kokar, koltuklarla; tozu gitsin diye dövülmekten yorulan evdeki tek halı sayılabilecek postumsu şey balkondan falan atlarlardı...Allahtan öyle değilim de  rahat bir ev yaşantımız var :P 


Bu kendini işe kaptırıp tüm gün dayak yemiş gibi yorulup eve gelip hiç birşey yapamamacasına koltuklara serilme durumu bana hem kilo kazandırdı hem de stres sahibi oldum...Tembel tembel oturmayı özledim...Bu nedenledir ki beraberine birkaç bahaneyi de katıp 1 nisan itibari ile çıkışımı istedim...Asıl sebep annemin geçireceği ameliyat sebebiyle rahat hareket etme isteğim olsa da biraz zorlayıp belki izinlerle halledilebilirdi ama ben zaten izin konusunda eline su dökemeyeceğim çalışma arkadaşım gibi olmamak için bu yolu seçtim...


İzinlerle kendimi zorlamak da istemedim...Bir ay kalmam gerekse yanında ameliyat sonrası, tek düşüncem orada kalmak olmalıydı yada ihtiyacı olduğunda hemen binip uçağa gidebilmeliydim...

İşten ayrılmak istediğimde eşim biraz korktu açıkçası, geç saatlere kadar  çalışması sebebiyle evde tek başıma sıkılacağım ve ona saracağım için...Böyle bir sorun yaşayacağımı zannetmiyorum ve biliyorum ki ben bir süre sonra tekrar çalışacağım diye tuttururum...Ki zaten  işyerimle bağlarımı tam kopartmayacağım...Dönmek istediğimde (hayır diyeceklerini de zannetmiyorum) kaldığım yerden devam edebilmeyi umuyorum...





Siparişe sipariş ekleyip biriktirdiğim kitapları okuyacağım, başının etini yediğim için eşimin günlerce araştırıp sonrasında aldığı, hiç kullanmadığım dikiş makinemle haşır neşir olacağım, evimle daha çok ilgileneceğim ve ve ve en önemlisi rahat rahat Mersin'e gidip annemle kalabileceğim, aynı şehirde yaşadığım halde dört ayda bir görebildiğim ablamı rahat rahat görebileceğim...Yeğenlerimle sarmaş dolaş olabileceğim,alışverişe gidip teyzecim bak bu ayakkabı sana çok yakışır, sence bu ayakkabı nasıl oldu diye kritik yapabileceğim...Yuppiiii...



Yedi gün kaldı özgürlüğüme...Benim için dua edin çok çabuk geçsin bu yedi  gün  :D

Not: Beyaz  diye aldığım ve pembe saksıda açınca çok güzel durur  diye ektiğim soğanlar 
bir tür nergis çıktı...Artık saksıyı da değiştiremem...Pembe beyaz ve turuncunun muhteşem uyumu...Yersen :P



20 Mart 2012 Salı

KABUĞUNDAN ÇIKAMAMAK

Tüm okul hayatımız boyunca bize tüm sosyal bilimler derslerinde öğrettikleri şeyler vardı, hatırlayın ...İnsan düşünen (zeka sahibi)  ve sosyal bir canlıdır ve onu olduğu şey yapan çevresidir diye..Son zamanlarda doğruluğundan emin olduğum bu doktrinin farklı insanlarda nasıl hayat bulduğuna sıkça şahit olmaya başladım...

Bir insan düşünün çok okumamış ama çok  zeki; her şeyi güya  çok bilen ama özünde sadece fikir sahibi; yaşı küçük ama çok şey yaşamış; ona bakarsanız çok saf ama tüm sulu dereleri susuz bırakacak potansiyele sahip; aba altından sopa gösterip,masa altından çimdik atıp tırnak gösterince mağruru ve maduru oynayan cinsinden...(iki dakika önce herkesin içinde aynı karından çıkmışsınız kadar samimi ama eleşirilince yalnız kaldığınızda içinden çamur akangillerden)

Dar bir çevrede büyümüş, onu  görgüye ve doğallık zannettiği sahteliğini atabileceği  üst katmana,taşıyabilen bir kimsesi olmamış...Mahallenin para görmüş paçozlarında kendini bulmuş...Onlarla arkadaşlık etmiş...Sosyalleşmek zannettiği şey mahallelinin dedikodusundan, çöpçatanlıktan ve iki dakikada bir bardakta koparılan fırtınalardan öteye geçmemiş...Şu sana bunu dedi demiş biri diğeri o da  sinirlenmiş...telefonlar edilmiş kıyametler koparılmış...cep telefonu görüşmeleriyle olay çözümlenmiş, sonra da dünyayı kurtarmış ciddiyetiyle bu devasa olayın üzerine yorumlar yapılmış..Haftaya laf söyleyele kahvaltı etmeye gidilmiş...Kısacası önemsenmeye muhtaç olay insanıymış...

Kendini çok önemsermiş bu kişi,herkesle dost arkadaşmış ama o kadar yapaymış ki arkasından ne iyi biri diyip konuşanını hiç görmemiş sadece haline tavrına şaşıranını  muzipçe dalga geçenini görmüşsünüz...Çok kişiyle tanışıp çok arkadaş sahibi olmayı çok sevilmek zannedermiş...kankasıymış herkes onun...Ama bu kankalarla dostluk ters düşene kadarmış...Arkalarından işi bitince söylenmedik laf bırakmazmış...

Aslında okurmuş bu kişi hemde ona bakarsan Yale falan dengindeymiş ama sadece kendi biliyor, başkası okula gitmiyormuş gibi okul hakkında yalanlar söylermiş...Yalanları farkedilmiyor zannedip yürüdüğü yolda gidermiş...Sınavları varmış kişinin mesela ama dünyada bir tek onun okulunda yapılan ilginç sınav uygulamaları varmış...

Ufff aslına bakarsanız bu kişi var ya tahammülü zor basitlikte asla değiştiremeyeceğiniz, özünde kirli biriymiş...Siz her gün bu kişiyi görür aynı ortamda yaşarmışsınız...Yüzü başka biriymiş nefret ettiğiniz kişinin kendi  başka biri ,adı Pelinmiş...Üniversitenin korkulu kabusu oda arkadaşınız şimdiki hayatınızda başka biri kılığında hayat bulmuş gibiymiş...
Sonra ter içinde uyanmışsınız...Bu bir rüyaymışşş...Sevdiğinize sarılmışsınız...Annenize babanıza çevrenize dua etmişsiniz iyi ki sizinleyim diye...Arkadaşlarınıza dua etmişsiniz iyiki az ama özsünüz diye...

Sonra rabbinize kendiniz için teşekkür etmişsiniz, sizi bu kadar kirli bir ruhla yaratmadığı için...Bu insanın yaptıklarını görüp  sabrınıza mukayet olabildiğiniz için ... Sonra bu Pelin gitmiş rüyanızdan...Hayatınızdan seneler önce defolup gittiği gibi...Derin bir oh çekip sevdiğinizin elini elinizde hissetmişsiniz...

15 Mart 2012 Perşembe

TARAKLI KASABASI, GÖYNÜK KASABASI VE ÇUBUKLU GÖLÜ...

11 Mart pazar günü  fotoğrafçılık kursumun eski ve yeni öğrencilerinin katılımıyla gerçekleşen bir geziye katıldım...Türk Telekom reklamlarında adı Mümkünlü olarak geçen Taraklı Kasabası ilk durağımızdı...

Eski binaların dış cepheleri bu reklam turizminin getirisiyle yenilenmiş ama iç mekanlar dışarıdan görüldüğü kadarıyla harabeydi...Yapılan hiçbir restorasyon çalışması sırıtmıyordu fakat acı olan  şey hediyelik eşya dükkanlarında satılan tahta kaşıklar,birkaç dokuma ve meşhur uhut tatlıları dışındaki herşey İstanbul'dan Eminönü'nden gitmeydi...
Kasabanın insanı çok insan canlısıydı...Ellerinde makina oranın buranın fotoğrafını çeken insanlardan rahatsız olmak biryana oldukça canayakın davrandılar...

Habire bina fotoğrafı çekmekten sıkılıp, gruptan ayrıldığım için buluşma yerimizde duran servisimizi göremeyince servisi sorduğum bir seyyar satıcı amca ile grubun gelmesini beklerken ettiğim muhabbetden anladım ki, kasabanın insanı zerre yobaz değil...
Reklam filmi bizim için çok iyi oldu dedi ve gözlerimle de  gördüm ki otobüslerce insan kar kış demeden kasabayı görmeye gelmişti...


Önünde traktör olan sağ köşedeki bina gündelik yaşama ait eşyaların da sergilendiği ücretsiz bir müze (müze mantığından uzak kasaba evlerine örnek bir bina daha çok)...İçinde tahta kaşık yapıp satan bir amca vardı...Işık yetersiz olduğu için fotoğraflamadım, zaten  kaşık seçmekten vaktim de olmadı :P

Sonrakı durağımız Göynük kasabasına bağlı Çubuklu Gölü oldu...  Gölü göremedik desem yeridir çünkü buz tutmuştu...Gölün diğer kıyısındaki değirmenlere gidip fotoğraf çekmek hevesiyle yağan kara rağmen 2 km bir mesafeyi karlara bata çıka güle oynaya (sonuna doğru bitik halde) yürüdük (Şu an ağrıyan, kaşınan, boğaz; akmayan burun ve terleyip soğumaktan tutulmuş boyun bu  yürüyüşün eseridir efendim)...Daha önceden çekilmiş fotoğraflarına bakınca anlaşılıyor ki o yürüdüğümüz kar zaman zaman bir metreyi buluyormuş :D 


 70mm-300mm lensle fotoğrafladım çoğunlukla uzak mesafeden ve kar yağdığı ve objektif ağır olduğu, elim titrediği için  çok net çıkmadı...


Değirmenlerin dağın yamacında çam ağaçları arasında, kara gömülen bahçe çitleriyle görüntüsü o kadar güzel ki fotoğrafla ilgilenenlerin kaçırmaması gereken bir ambiansı var...

O yüzden fotoğraf çekmenin derdine açlığını unutan kafilemizle ikindi vaktini geçiyordu gölden ayrılmamız...Bir saate yakın yoldan sonra daha önce göle gitmek için içinden geçtiğimiz Göynük kasabasına geri döndük...Taraklıdaki dokunun aynısı orada da hakimdi fakat orası daha kasaba görünümünde ve daha büyüktü...

Yöresel yemeklerin  yapıldığı lokantanın  lahana turşusunun tadı damağımda kaldı desem yeridir...Güveçte yaprak sarmasını öneririm fakat mantısının bir esprisi yoktu...

Normalde bu söylediklerimin hepsini fotoğraflayıp eklemiş olmam lazımdı ama karda yürürken o kadar yoruldum, ayaklarım öyle ıslanmış ki kaloriferin yanındaki masamızda sıcaktan mayıştım ve elimi kaldırmak dahi gelmedi içimden...


   Tripodla gece çekimi yapmak için o yorgunluğun üstüne yukarıdaki kulenin olduğu tepeye tırmanmaksa zul geldi bana resmen ama hocamız hadeeee hadeee diyince el mahkum çıktım...

Benim gibi detay çekmekten hoşlanan biri için detayı bol; ev çekmekten hoşlanmayan biri için evi bol bir geziydi...Tanıştığım yeni insanlarla ve kitap okuyup kafamı da dinleyebilme şansı elde ettiğim için çifte kavrulmuş bir fırsat oldu...Umarım bu etkinliklerimizin devamı gelir :D 

 Bir de şunu anladım gündelik hayatta ve tatil etkinliklerimizde standartlarımızı öyle yükseltmişiz ki hiç gerek yokken...Ufak şeylerden mutlu olmayı unutuyoruz...Arada aslında ne olduğumuzu, nereden geldiğimizi hatırlamak iyi oluyor...

12 Mart 2012 Pazartesi

ANNELER MAFYASI

Dün, bilgilerimi tazelemek için gittiğim fotoğrafçılık kursunun gezisi vardı ve kar kış demeden Sakarya iline bağlı nam-ı değer Mümkünlü (Taraklı Kasabası) ile Bolu iline bağlı Göynük Kasabası ve Çubuklu Gölüne çekim yapmaya gittik...

Sabah erkenden kalkacağım için akşamdan çantamı hazırlayıp yattım ve başımı yastığa koyar koymaz yanıma kitap almadığım aklıma geldi...Okumadığım kitaplar arasından elim pek çok kitaba gitti geldi ve Kerstin Gier'in Anneler Mafyası adlı kitabını yanıma aldım..

Ne yalan söyleyeyim kitap internetten verdiğim kitap siparişlerin birinde, aldığınız takdirde "kargo bedava" ürünlerinden biriydi yani çok beklentim yoktu kitaptan ama umduğum gibi olmadı...



Daha ilk bölümden sizi içine alan tuhaf bir havası var...

Sevimli Constanze'ın aniden yaşanan bir  boşanmanın ardından iki çocuğu ile değişen ortamı ve yeni bir hayat kurmaya çabalarken başından geçenler anlatılıyor...

Baskın ve kazancı iyi bir eşle yaşamanın Constanze'a getirdiği olumlu olumsuz herşey yavaş yavaş değişmeye başlıyor, silik ve kendine güvensiz bu kadın yeni çevresinde kendi farkındalığını yaratıyor...

Mimi,Anne ve Constanze birkaç gün önce yabancıyken; insan olmanın getirisi iletişimle,buldukları ortak paydalarla nasıl birbirlerinin derdine merhem kadınlar halini alıyorlar? Ve olaylar nasıl gelişiyor kitap nasıl bitiyor anlamıyorsunuz...Evet 320 sayfadan oluşan kitabı dönüş esnasında bitirdim...Hiç bitmesin istedim ve 
malesef güzel olan herşey gibi bitti..Sonu biraz havada kaldığı için sinirlendim ama yapacak birşey yoktu...

Ama bu gün yazarın diğer kitaplarına bakmak için internette dolanırken süpriiiizzzz...


Şen Dullar ...Yazarın devam kitabı...Sonunun neden havada kaldığını anlam buldu...Sipariş listeme ekledim..İlk siparişimle gelecek :D 

Romantik komedi tarzına uygun kitabın yazarından bahsetmeden duramayacağım...Kerstin Gier bir pedagogmuş ve kitabın içerisindeki çözümlemelerden bunu farkettim...Kitapları pekçok dile çevrildiği gibi sinemaya uyarlananları da olmuş...Sahibi olduğu ödüllerden biri Avrupa'da pekçok yazarın hayalini süsleyen bir ödülmüş...Ben tarzını sevdim ve bu tarz kitaplardan hoşlanan herkese gözüm kapalı tavsiye ederim...

4 Mart 2012 Pazar

THE VOICE SEASON 2... FAVORİLERİM


Birkaç hafta önce sonlanan ve çok gürültü koparılacağı düşünülürken tabiri caizse fıslayan yarışma O Ses Türkiye, bir işi beceremeyeceksen hiç bulaşmamanın en güzel örneklerinden biri olmuştur bence...

Bu tarz bir programı yapmaya altyapın yoksa hiiiç başlamayacaksın kardeşim deyip bırakmam ilk bölümünden itibarendir...Çünkü nerden alıntı bu format diye araştırıp baktığımda aslı beni benden almış, yayınlanan bölümler anında izlenilmiş yayınlanmayan bölümleri acaba düşmüş müdür internete diye uyku arasında ve işte araştırıp durmam kabus olmuştur...

Adamların elenenlerinden bize beş sezonluk malzeme çıkar hatta beş ülkeye yeter de artar bile...Jurimiz ne ki yarışmacılarımız ne olsun...Murat Boz, Hadise, Hülya Avşar ne üretmişler de neyin jüriliğini yapıyorlar anlamıyorum...

Gelelim The Voice'a, ilk sezon sonlanalı çok oldu...Ne zaman başlayacak yeni sezon derken beşinci hafta bitti, kör seçmeler tamamlandı ve bu hafta düellolar başlayacak ve o zaman tadından yenmeyecek ki sormayın...


Geçen sezon düelloların her biri başlıbaşına bir sahne şovuydu, hele ki Christina'nın takımıyla söylediği Lady Marmelade şarkısıyla yaptıkları sahne şovunu kaç defa izledim hatırlamıyorum...

Her hafta her yarışmacı çok ciddi bir sahne performansı sergiliyor ama öyle böyle değil , kırk yıldır bu işi yapıyor gibi...Kostümler, orkestra ve elbetteki herbiri başarısıyla dünyayı fethetmiş, milyonlar satmış jüri...

Jüri üyelerimizin biraraya gelip hazırladıkları şovlar zaten dehşet... 

Bulabilirseniz ilk sezonu mutlaka izlemelisiniz ve aradaki mantık ve kalite farkını, ben yaptım oldu sizde izleyin mantığıyla ülkemizde nasıl kandırıldığımızı görmelisiniz...

Geçen sezon iki favorim vardı ve ikisi de üçlü ve ikili finale kaldılar...

Kazanamadılar ama kaldılar yaniii...

Bu sezon da iki favorim var...Her ikisi de Cee Lo Green'in takımında...

İlki Juliet Simms 


 İkincisi Erin Martin 



Ne dersiniz, ikisinde de o ışık var değil mi? 


Kazanırlar mı sizce ?

3 Mart 2012 Cumartesi

BBC DİZİLERİNE DEVAM...EMMA...

Jane Austen'in ölümsüzlüğünü yazdırdığı eserlerinden biri Emma, kimbilir kaç versiyonu çekildi ve çekilmeye devam edecek ama biz asla izlemeye bıkmayacağız sanırım...Her kahramanı bilsek kitabı yutsak da sonuç değişmeyecek bunu bir kez daha anladım...

2009 yılı BBC yapımı mini seri "Emma" an itibari ile izlenilmiş ve bir kez daha büyülenilmiş bulunmakta...


Kostümler, atmosfer,coğrafya ve o döneme ait herşey fazlasıyla güzel...Kesinlikle ölmeden görmek isteyeceğim yerler İngiltere'nin bu kesimleri...


Gelelim dizimize...Asıl kızımız Emma Woodhouse annesini ufak yaşta kaybetmiş ablasıyla birlikte  kızlarına fazlasıyla düşkün babasının himayesinde dadılarla büyütülmüştür...


Kızlarına düşkünlüğü sebebiyle onları asla yanından ayırmayan babanın büyük korkusu bir gün başına gelir ve büyük kızı evlenir...Küçük kızı Emma'nın çöpçatanlıkları sayesinde bu ayrılığın üstüne mürebbiyeleri de evlenince Emma evde yalnız kalır ve arkadaş edinme ihtiyacı hisseder...


Bu dönemde kasabadaki okulda yatılı kalan Harriet ile tanışır...Okul parasını kimin ödediği ve ailesi belli olmadığı için çevresindeki insanlar tarafından uyarılsa da arkadaşlığından hoşlandığı Harriet'i yanından ayırmaz ve onun düzgün bir evlilik yapabilmesi için   herzamanki çöpçatanlıklarına girişir...


Bu çöpçatanlık işini fazlasıyla ciddiye alıp olumsuz sonuçlar doğabileceğini düşünen babasının yakın dostu ve ablasının eşinin kardeşi Bay Knightley Emma'nın hata yaptığını düşünüp vazgeçmesini istese de Emma vazgeçmez... 


Harriet için uygun gördüğü adayla arasını yapmaya çalışırken, dadısının yeni üvey oğlu Frank Churchill'in bahsi geçmekte ve içten içe onu merak etmektedir...


Bu merakı uzun sürmez ve Frank gelir ama Emma ummayı bulduğu aşkı gerçekten onda bulacak mıdır? 


Yakın arkadaşı Harriet, sürekli didiştiği Bay Knightley, hayatı boyunca karşılaştırıldığı uzağa gönderilen ve bir gün evine dönen tanıdık Jane Fairfax, gizemli Frank ve kasabanın rahibi Mr. Elton ile kendini beğenmiş eşi Mrs. Elton  hikayenin diğer kahramanları...

Jane Austen'in her romanında olduğu gibi bu romanında baş kadın karakteri o dönemde kitabı okuyan kadınlara örnek olabilecek baskın bir karakter örüntüsünde yaratılmış...

Bulunduğu kasadan hiç çıkmamasına rağmen şehirdeki kadınlar kadar kültürlü, iyi huylu,ailesinedüşkün,toplumda yerini bilen, iyiliksever, mantıklı ve elbetteki azıcıkta dikbaşlı Emma'nın hikayesini okumadıysanız okumanızı ve bu diziyi mutlaka izlemenizi tavsiye ederim...

İyi seyirler...

HEPİMİZİN ÖLÜSÜ VE MOR ATKIM...



     Vampir hikayeleri ve filmleri böylesine meşhur olmadan çok önce yazılmış ve "Alacakaranlık" serisine gösterilen taleple birlikte türkçeye çevirilmeye başlanmış "Bir Güneyli Vampir Serisi" kitaplarının yedinci kitabı olan "Hepimizin Ölüsü" bu serinin içerisinde ilk kitaptan sonra en çok beğendiğim kitap oldu...Seriden esinlenerek çekilen True Blood dizisi kitapla nispeten aynı gitse de daha henüz kitapta olanlar diziye aktarılmadığı  ve okumadan konudan bir haber olduğum için  belki de bu beğenim...

       Bu serinin anlatımı ,diğer benzer serilerdeki çocuksuluktan, o saf teenage ölümüne aşk mantığından uzak oluşu ve en önemlisi yazarın karakterlere kazandırdığı muzip bakış açısı bu seriyi daha kitap çıkar çıkmaz ilk edinenlerden (ama işten güçten hemen okuyamayabilenlerden) biri yaptı beni... 

      Kitapta telepat kızımız Sookie'miz yarı  tamamen duygusal yarı da dostça bir durumdan ötürü, vampirler için açılmış bir otelde gerçekleşecek mahkeme için dostlarıyla birlikte bir maceraya atılır...Eski aşkı,kısa dönem sevgilisi ve kaplana dönüşen yeni sevgilisinin de bu toplantıda olması kafasını karıştırsa da ilk defa kendi gibi telepat biriyle ortak hareket ederek gizemli ve bittabi tehlikeli olayların peşine takılır...
Dolayısıyla kitap bir solukta bitirilir ama yazısı ertelendikçe ertelenir...



Sadece yazı mı ertelenir? 
     Bir sonraki kitap Kötünün Ölüsü'nü yarıladım, aslında onun da bitmesi lazımdı ama üzerimdeki halsizlik ve tembellikle herşeyi bırakmış durumdayım...Geçen haftasonu başladım hala bitiremedim...Kesinlikle kötü olduğundan değil tamamen benim tembelliğimden aslında...Ne ambianslar yarattım digiturk smooth jazz kanalı eşliğinde mi denemedim,kahvelerle mi süslemedim, olmadı...
Bana birşeyler oldu...
Kitap okuyasım yok .. yok yok yooook...


Ama kahveyle ve müzikle süslediğim örgü etkinliklerim tam gitmekte :) 
Mor ve gri bir arada vazgeçemediğim renkler...Yeni ördüğüm atkımda biraraya geldi bu iki renk...Boydan halini de birini kurban edip fotoğraflayıp ekleyeceğim inşallah o zamana kadar bu fotoğraf ekli dursun bu yazıya :P 


Hah ha  kitapla mor atkıyı da böyle birleştirdim ya yazıda helal bana :P ama ne yapayım atkımı da paylaşmak istedim :)